sanat anlatıcısı

Sonsuz bir Nisan Akşamı

S

Düşüş

Son zamanlarda, pek sık bilmediğim kelimeler duyuyorum ya da fark ediyorum, bugünlerde yepyeni ya da eski kelimeleri: Nifak, nevrotik, retorik gibi şeyler. Her seferinde şaşıyor, dağarcığımdaki yerine usulca ekliyorum. Tıpkı kör, dilsiz ve her yanı felçli bir şair gibi. Yaşarken öğrenmek böylece ebediymiş gibi geliyor, ölümü, ömrüme yayıyorum. Sonsuz çığlıklarla, kendimi kemirerek yutuyorum, ağır ve elemli. Sonunda, kendime uyum sağlıyor, unutuyorum.

İnsan, bir şeyden ya da birinden koparılınca, başka kurguları yaşamaya meyil ediyor galiba. Hemen bir hikâye, bir anlatı kuşatması altında kaçış manevrasına girişiyor. Tam da öyle bir anda, bir filmde[1], şöyle bir cümle geçti, bir çocuğu canlandıran Paloma Josse[2] karakteri azından; bir kadının ürkekliğini kirpiye benzeterek, betimleyerek tanımlıyordu:

“Dıştan bakınca dikenli, bir kale gibi korunaklı. İçini görebilsek, aslında hiç de Uyuşuk olmayan, nevi şahsına münhasır, sadece Göze batmaktan sakınan, son derece zarif o yaratıklar gibi sanki”.

Bu sözler, bir kapıcı kadının, kendi kabuğu içindeki yaşamının betimlemesiydi. Peki neydi bu bilmece, “bir kelime bir işlem” temalı, sıkıcı TRT programları ciddiyetindeki bu sonsuz tekrarlar. Bir taraftan, film boyunca hep başı sonu aynı hislere boğazımı düğümleyip dururken diğer yandan da Renée Michael[3] karakterinden etkileniyordum, ki Kakuro Ozu[4], “bir insanın birden fazla vasfı olabilir” cevabını vermişti yemek davetinin reddine. “Abartılı bir şey olmayacak. Sadece komşu ziyareti” diye eklemişti.  Çünkü Madam Michel, sadece kapıcı değil okuyan, düşünen bir komşuydu aynı zamanda. O an, “etrafa medeniyet tohumları serpen aristokratlardan hiç de farkı yoktu” demiştim içimden. Böyle günlerim geçip gidiyordu işte. Bir günden diğerine, fragmanlar halinde, parçalı bulutlu, siniyordum kendime.

Döngü

Bugün kaçıncı ALES sınavıydı bilmiyorum. “Muhtemelen onu geçmiştir” dedim içimden. Hesaba vursak şöyle; lisans dördüncü sınıftan bu yana girdiğimi düşünürsek bir şekilde, her yıl, iki sınav olduğuna göre, aslına bakarsak hala ona ulaşmış sayılmıyorum. Saçma ama bunun gibi şeylerle aklımı kurcalayıp duruyorum. Nihayetinde, konuyu konuşacak kimsenin olmamasına, daha doğrusu kaliteli anlar ortaklığından yoksunluğa, dönüp dolaşıp tekrar eden bir yalnızlık konuşmasına getirip tıkanıyorum. Muhteviyatı ile dili arasında bir bağ olmayan, bir film karakterinin seslendirmesi gibi kendiyle çelişen, Uroboros[5] haline dönüşüyor, kıvranıyorum. Kendi içinde, kendine hazımsız, kendine aç bir varlığın ağzından çıkan, duyulması güç homurtularla bezeniyor sessizlik, susuyorum.

Fotoğraf 1: Uroboros, (1478). Geç ortaçağdan kalma Bizans Yunan simyası elyazmasından bir örnek.
Fotoğraf 1: Uroboros, (1478). Geç ortaçağdan kalma Bizans Yunan simyası elyazmasından bir örnek.

Sonraki soruya geçtiğimi fark edip kelimeleri tekrar ederken buluyorum kendimi, şaşıyorum her seferinde. Bir sonraki sayfaya geçer geçmez, ilginç bir soruya rast geldim. Yalnızlığın çeşitlemesini yapıyordu metin. Çevresini bilerek tahliyeden, çevresine sürekli iç-göç alan insanları konu ediniyordu. Yüzümde bir tebessüm belirdi birden. Elbette, kalemim cevabın üzerinde duruyordu.

Bu tebessümle birlikte gerçekliğe tekrar dönüyordum. Ardı arkasına soru okuyup, cevapları kodlamaya çalışırken, dikkatimi sınava yönlendirme mücadelesi veriyor, her seferinde yine hayallere dalıp darmadağın oluyordum. Yeni öğrendiğim her bilgi, her kelime, beni yeniden gerçekliğe çekiyor, tekrar kayboluyorum. Ömrüm, böyle geçip gidiyordu, sanki sonsuz bir döngü içinde çalkalanarak. Sürekli, aç mıyım? tok mu? Bilemiyordum.

Bulantı

Uzun süre tek yaşayınca insanın zihni bulanıyor galiba. Çünkü saçma sapan şeylere kolayca dalıyor, yaşamdan uzaklaşıyor. Hemen dile dökeyim mesela: “Bugünlerde nedense Yazıma bir güzellik gelmiş” diyorum. Hani, özel renkli başlıklar altında, düzenli yazı yazan kızların ki gibi. Duygusal betimlemelerle yazılan yazıları kastediyorum. Arkasından, betimleme ne kadar anlamı pekiştiriyor diye düşününce, aklıma sözlü tarih geliyor. Hikayeler, öykülerle aktarılan bilgilere kafamı takıyor, içerdiği o, herkesin bildiği ama dile getirmediği, temel doğruları düşünüyorum. Şimdi de betimlemeye takıldım nedense ama devam edeceğim aktarmaya:

“Pencereden dışarı bakınca, gördüğüm son birkaç damla gözüme çarpıyor sanki” diye başlıyorum anlatmaya…

***

“Sonunda akşama doğru yağmur dindi. Ardından sanki az önce ortalığı kendisi sırılsıklam etmemiş gibi bütün bulutlar gökyüzünden çekildi. Çık dışarıya da bak ne güzel bir gezegen, yer nemli, gök masmavi, toprak kokuyor her yön. Güneş çatıları yalıyor, sessiz, parlak ve içten”.

***

Kısacası hava güzel! Yaşıyoruz işte.


[1] Lombardo, M. (Yapımcı) & Achache, M. (Yönetmen). (2009). Le Hérisson [Sinema Filmi]. Fransa: Pathé Films
[2] Garance Le Guillermic
[3] Josiane Balasko
[4] Togo Igawa
[5] Kendi kuyruğunu yutan bir yılan ya da ejderha biçiminde tasvir sembol. Kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Kökeni Yunanca οὐροϐóρος veya Latince uroborus “kuyruğunu öldüren” anlamına gelen kelimedir.

sanat anlatıcısı

ANLATI TÜRÜ

ÖNE ÇIKAN ANLATILAR

YILLIK

Tag Cloud

İbrahim Yıldız

1984 yılında Gaziantep’te doğdu. 2002’de ilköğretim ve orta öğretimi bu ilde tamamladı. 2008 yılında Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim Öğretmenliği Resim Ana Sanat Programında, lisans öğrenimini, 2013 yılında ise aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim-İş Ana Bilim Dalında Yüksek Lisans öğrenimini tamamladı. 2020 yılında Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Resim Ana Sanat Dalı Sanatta Yeterlik Programını tamamlayarak Dr. ünvanı aldı.