Tumturaklı Haykırış
Neden durdun?
Yok! Bu bir duraksama anı.
Hayır! Bu bir duraksayış.
Ya da “uğradım dersin geçerken”. Ya da şöyle dersin “bir kahve miktarınca sussak.”
Yok! Bu, bir “haber” miktarınca bekleyiş.
Peki neyi bekliyorsun? Nasıl olsa her uyanışın aynıdır, nasılsa her sabah aynı terane, hiç kurumuyor terin. Aynada yüzüne bakamadığın ve sırf bu nedenle yıkamadığın için “Telaffuzunuz çok hoşuma gidiyor” diyemediğin bu miskin, bu bezgin ve biraz da gezgin bu gözlerle kimi bekliyorsun? Kaç zamandır kalem tutmayan, tütünden sararmış parmaklarınla tutunduğun bir hayatı belki. O kadar zor ki insanın kendine bazı şeyleri itiraf etmesi, hiçbir “beklentim” yok diyerek durakları uğrak ilan etmesi.
Yoksa bu bir avuntu mu?
Belki de biraz kedi, kuş sesleri biraz. Ya da çapkınlık öyküleri yan masanın yankılanan kalabalığında.
Yok! bu, sadece bir avuntu.
Öyle bir avuntu ki gözlerden gizli, bir sevgi kırıntısı dilenen bir kedinin mırıltıları arasında. Ya da bir tür açlık mı midende bir yumruk gibi hissettiğin, sırtına sızan sinsi bir ağrı ayarında? Her zamanki gibi bir Uroboros açlığına kapılıp kendi kuyruğuna saldırırsın belki de. Yine de inkâr edemediğin bir yaşam sevincinin övgüsüyle pişmanlık arasında kaldığını yineliyorsun her kelimede.
Bu, yoksa bir tür yenilenme mi?
Her an, bir şey olacakmış gibi bir kuşku olur ya içinde. Her an, derinlerde bir yerde bir hastalık gelişecekmiş gibi. Bu kuşku delirmek olsa dert değil. Genelde bu endişenin nedeni, üzülmesini istemediğin sevdiklerinin göz yaşı dökmesi. İnsan ne diye düşer bu kuşkulara? O kadar kaybolduk ki son zamanlarda, yani bir arkadaşın kanser olduğunda, haberin olamazmış olanlardan mesela. Mahcup bir kucaklaşmayla dökülür yaşlar. Sonrasında, duygusu öyle hissedilir ki omuzlardan, kendiyle bile alakalı değildir endişesi. İşte bu his, esrarengiz bu endişe, üzerinden atamadığın bir kaygı, bir kıymık gibi yerleşir zihnine.
Hayır! Bu tam tamına bir yineleme.
Böylesi kuşkulara düşmemeli insan, bilirsin. Kuşku kurt gibidir, yok yere insanın içini kemirir. Zaten bunu herkes böyle bilir. Ama insanı var eden şey de bu kuşku değil midir? Eh! Biraz öyledir.
Yoksa bir düşünme hali mi bu?
Hayır! Bu yalın bir varoluş.
Yine akşam olur, yerinde duramazsın yine, savaş haberleri didiklersin. Bir bakarsın iki taraf bir birini sorumlu tutmuş, rakamlarla duyurmuş ölümleri. Hem ne önemi var ki kim kimi vurmuş? Kim kimin cesetlerini ortada koymuş? Sormadıkları soru şu: Kimi ne için ve ne uğruna öldürdükleri. Ne var ki bileklerine dolanmış bir tahakküm. Ne konuşmak mümkün bunları ne de haykırmak mümkün. Susarsın aksi gibi. Boğazına dizili bir seri düğüm.
Yok! Bu bir ilmik.
Sonra utanırsın ağlamaya kamusal alanlarda, atmaya sesindeki bu urganı. Hem ne diye utanılsın ki. Utancın şundan: Bunca olanlara ilgisiz bakışların ağlayan bir adama ilgiyle bakmasından. Yahut insan neden utanmaz? Belki dişlediği etinden, ısırdığı parmağından. Tene sinmiş salyasını “mür” sanan, saran, sarmalayan, esriyerek mumyalaşan, giderek taşlaşan kalbiyle bir insan ne diye utansın ki?
Yok!
Yok! Bu bir haykırış.
Hayır! Hayır!
Bu, tumturaklı bir haykırış.
06.04.2022
Gaziantep